Alevî-Bektâşî toplumunda ahlâkî değerler sisteminin korunması amacıyla benimsenen yolun ilkeleri dikkate alınmayıp yasaklanan şeylerin işlenmesi halinde cem âyininde dedenin kararı ve cem erenlerinin tasvibiyle ilgili kişi “düşkün” diye ilân edilir, bu kişinin sabit olan suçluluk durumuna da “düşkünlük” denir. “Düşkün etmek, düşkün edilmek” ifadeleri suçluya düşkün cemi yapılarak ceza verilmesi, “düşkün kaldırmak” ise kişinin düşkünlük durumunun kurulan meydan yahut cemde sona erdirilmesi mânasında kullanılır. Tahtacılar’da dede; kadın veya erkeğin düşkün olduğunu “yüzün kara olsun” sözüyle ilân eder.
Kişinin düşkünlüğü işlediği suça göre sürekli veya geçici olabilir. Cinayet, ırza tecavüz, ikrardan dönmek, Hz. Ali’ye ve Ehl-i beyt’e dil uzatmak en ağır suçlar kabul edilir. Bu suçları işleyen kişinin düşkünlüğü kalkmadığından hayat boyu topluluk tarafından dışlanır ve asıl cezası mahşere bırakılır.
Komşu ve akrabaları lâf taşıyarak birbirine düşürmek, komşunun bağına bahçesine zarar vermek, hırsızlık yapmak, başkalarına hakaret etmek, onları dövmek, yoksula faizle para verip evini barkını satmak zorunda bırakmak, yetim malı yemek, mürşid veya rehberine saygı göstermemek gibi yukarıdaki suçlara nazaran daha hafif sayılabilecek suçları işleyenler ise pişman oldukları takdirde geçici bir süre bunun sonuçlarına katlanır. Ancak ceza süresince topluluk içine giremez ve kendileriyle her türlü ilişki kesilir. Sürenin tamamlanmasıyla ikrar verip yola girenlerin geçici düşkünlüğü sona erer. Düşkün olan kişi bir dede de olabilir. Bu durumda dede, pîri yahut bağlı olduğu dede veya onun da içinde bulunduğu bir dedeler grubu tarafından yargılanır. Düşkün hale gelen dede posttan düşer ve cem âyinini yürütemez. Dede veya dedelerin verdikleri cezalar tartışılamaz. Çünkü dedenin bu hakkı seyyitlikten ve ilâhî kudretin kendisinde tecelli etmesinden kaynaklanmaktadır. Düşkünlük halinde bulunan kişiye ailesi dahi sahip çıkmaz. Düşkün olana selâm verilmez, selâmı alınmaz; bir ihtiyacı olduğunda yardım edilmez, evine girilmez, kendisi de kimsenin evine giremez; malı, davarı komşusuna katılmaz, düğününe gidilmez ve düğüne çağrılmaz; bayramlarda kendisiyle bayramlaşılmaz, hastasının hali sorulmaz, neticede toplumdan tamamen dışlanır, hatta sürgün bile edilebilir. Sadece cenazesi olursa defnine yardım edilir, fakat ölü için verdiği yemek yenmez. Teselli bulması için kırk gün kendisiyle normal bir şekilde konuşulur, bu süre bitince tekrar eski hale dönülür. Kendisi öldüğünde şeklen cenaze namazı kılınır ve toplumdan rıza alınmadan defnedilir.
Düşkün kişi pişmanlık duyup suçunu itiraf ettiği ve bir daha suç işlemeyeceğine kanaat getirildiği takdirde cezasını çektikten sonra düşkünlük erkânınca “yunmak” veya “düşkün kaldırmak” denilen bir cem âyini düzenlenir, mağdurun ve cem sakinlerinin rızası alınarak yeniden “Yol”a kabul edilir. Alevî topluluklarının yüzyıllar boyunca kapalı bir çevrede yaşadığı dikkate alındığında, düşkünlük suçu neticesinde bütünüyle dışlanma vecemlere katılamamanın kişi için oldukça ağır bir ceza olduğu anlaşılır.
Anadolu’da Alevîler’in bir üst karar mercii olarak tek düşkün ocağı Hıdır Abdal Sultan Ocağı’dır. Düşkünlük konusunda tereddüdü olan veya karar vermekte zorlanan dedeler durumu bu ocağa havale ederler. Düşkün Ocağı veya Kanlı Ocak gibi adlarla anılan bu ocağın dedeleri, tâliplere verilen cezaları yeniden değerlendirip onaylayabileceği gibi iptal etme yetkisine de sahiptir. Bu ocak günümüz hukuk kurumlarında Yargıtay gibi işlev görmüştür.
Arş. YAZAR
İbrahim AFATOĞLU